Eşeğin Gölgesi

Bir gün büyük Yunan hatibi Demostenes, Atina’da bir toplantıda konuşmak isteyince halk, kendisini dinlemek istememiş, gürültü etmeye başlamış. Bunun üzerine Demostenes:

“Yalnız iki kelimecik söyleyeceğim.” demiş ve hemen bir hikaye anlatmaya başlamış:

“Vaktiyle bir delikanlı Atina’dan Megara’ya gitmek için bir eşek kiralamıştı. Eşeğini kiraya veren adam da aynı yere işi düştüğü için beraber yola çıkmışlar. Konuşa konuşa giderken öğle sıcağı basmış. Biraz dinlenmek ve öğle yemeği yemek için birlikte bir su başına çökmüşler. Ama ortalıkta gölge edecek bir şey olmadığı için eşeğin sahibi, eşeğinin yaptığı gölgeye sığınmış. Eşeğini kiralayan genç buna içerlemiş, “Sen çekil, ben oturacağım oraya” demiş. Öteki ise “Ne münasebet, eşek benim.” deyince kiracı “İyi ama ben kiraladım.” diye itiraz etmiş. Diğeri “Ben eşeği kiraya verdim gölgesini değil.” diye devam etmiş. Derken aralarında kavga çıkmış.

Demostenes sözün burasına gelince kürsüden inmiş. Halk: “Sonra ne olmuş, söylesene sonra ne olmuş?” diye bağrışmaya başlayınca, tekrar kürsüye çıkmış:

“Ey ahali! Sizin iyiliğiniz için laf edeyim dedim dinlemediniz de, bir eşeğin gölgesini mi merak ediyorsunuz, bu ne iştir.”

Kategori Yok kategorisine gönderildi | Yorum bırakın

İki Köpek

Yaşlı Kızılderili reisi kulübesinin önünde torunuyla oturmuş, az ötede birbiriyle boğuşup duran iki kurt köpeğini izliyorlardı.

Köpeklerden biri beyaz, biri siyahtı ve on iki yaşındaki çocuk kendini bildi bileli o köpekler dedesinin kulübesi önünde boğuşup duruyorlardı. Dedesinin sürekli göz önünde tuttuğu, yanından ayırmadığı iki iri kurt köpeğiydi bunlar. Çocuk, kulübeyi korumak için bir köpeğin yeterli olduğunu düşünüyor, dedesinin ikinci köpeğe neden ihtiyacı olduğunu ve renklerinin neden siyah ve beyaz olduğunu anlamak istiyordu artık. O merakla dedesine sordu.

Yaşlı reis, bilgece bir gülümsemeyle torununun sırtını sıvazladı ve “Onlar benim için iki simgedir evlat.” dedi. “Neyin simgesi?” diye sordu çocuk.

Dedesi: “İyilik ile kötülüğün simgesi. Aynen, şu gördüğün köpekler gibi, iyilik ve kötülük içimizde sürekli mücadele eder durur. Onları seyrettikçe ben hep bunu düşünürüm. Onun için yanımda tutarım onları.” Çocuk, sözün burasında; “mücadele varsa, kazananı da olmalı” diye düşündü ve her çocuğa has, bitmeyen sorulara bir yenisini ekledi “Peki” dedi, “Sence hangisi kazanır bu mücadeleyi?”

Bilge reis, derin bir gülümsemeyle torununa baktı ve “Hangisi mi evlat? Ben, hangisini daha iyi beslersem!” dedi.

Kategori Yok kategorisine gönderildi | Yorum bırakın

Öklid ve Kral

Öklid, çağlar boyu yalnız matematik dünyasının değil, matematikle ilgilenen hemen herkesin gözünde özenilen bir örnektir. Öklid, M.Ö. 300 sıralarında yazdığı 13 ciltlik eseriyle meşhurdur.

İskenderiye Kraliyet Enstitüsü’nde dönemin en saygın öğretmenidir. Dönemin Kralı I. Ptolemy, okumakta güçlük çektiği Elementler’in yazarı Öklid’e,

“Geometriyi kestirmeden öğrenmenin yolu yok mu?” diye sorduğunda Öklid;

“Kusura bakmayın ama geometriye giden bir kral yolu yoktur.” diye karşılık verir.

Kategori Yok kategorisine gönderildi | Yorum bırakın

Mücevher

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, ülkelerden birinin küçük bir köyünde, Bilge Hoca derler, bir filozof yaşarmış. Filozofun bilgeliği bütün ülkede bilinir, dara düşen herkes danışmak için ona gelirmiş. Günün birinde filozofun kapısı çalınmış. Filozof kapıyı açtığı zaman karşısında bir delikanlının durduğunu görmüş. Tanrı misafiridir diyerek genci içeriye davet etmiş. Hal hatır sorduktan sonra, genç derdini anlatmaya başlamış:

“Ben, babamla hiç geçinemiyorum. Ne yapsam ona beğendiremiyorum. Hoş bana kızmakta da haksız değil. Ben beceriksizin biriyim. Bu yaşa geldim, hala bir baltaya sap olamadım gitti. Elimden hiçbir iş gelmiyor. Neye elimi atsam, elimde kalıyor. Bende bu şans varken, zem zem kuyusuna gitsem, onu bile kuruturum. En son geçen hafta, babamın tek ineğini otlatmaya götürmüştüm. İnek otlarken ben de bir ağaca yaslanıp oturdum. Orada uyuya kalmışım, inek de kaçmış gitmiş. İneği bir daha bulamadık. Babam da bana çok kızdı. ‘Senden ne köy olur ne de kasaba. Defol git, gözüm görmesin seni diyerek beni kovdu.’ ‘Ama babacığım ! Ben şimdi ne yaparım, nereye giderim ?’ diye sorunca da bana ‘Bilge Hoca’ya git, seni adam etsin. Adam olmadan da geri dönme !’ dedi. Ben de bunun üzerine tasımı tarağımı topladım, yollara düştüm ve kapınıza dayandım. Ocağınıza düştüm. Hocam, Allah rızası için bana bir yol gösterin!

Çocuğu dikkatle dinleyen filozof, başını sallayarak gülümsemiş: “ Bir dakika bekle beni” diyerek içerdeki odaya geçmiş ve bir süre sonra elinde pırıl pırıl parlayan bir şeyle odadan çıkmış: “Şimdi seni bir denemeden geçireceğim. Bu gördüğün elmas, ülkenin en değerli mücevheridir. Bütün ülkede ondan daha değerli bir pırlanta yoktur. Değeri en az bir para eder. Senden bu mücevheri şehire götürerek satmanı istiyorum. Ama zinhar, sakın ola ki değerinden düşük bir fiyata satmayasın. Bu görevi başarıp başaramayacağına bakarak senin değerli bir insan olup olmadığını hepimiz göreceğiz.”

Çocuk o gece filozofun evinde yatıya kalmış. Ertesi gün erkenden kalkmışlar. Kahvaltı ettikten sonra çocuk veda edip yola koyulmuş. Şehre vardığındakarşısına çıkan ilk kuyumcu dükkanına girmiş: “Merhaba!” Kuyumcu uykulu gözlerle çocuğa bakmış: “Merhaba!” “Bu mücevheri satmak istiyorum, kaça alırsınız?” Kuyumcu mücevhere küçümseyen bir tavırla baktıktan sonra sormuş: “Nereden buldun bunu?”

Çocuk gerçeği söylemek istemediği için aklına gelen ilk şeyi söylemiş: “Yolda yürürken yerde buldum.” Kuyumcu alaycı bir tavırla: “İki paralık bir cam parçası bu, ufaklık!” demiş. “Ama istersen bunun için sana dört para veririm.” Çocuk mücevheri kapmış, öfkeyle dükkandan dışarı çıkarken: “ Canın cehenneme! Şehirdeki tek kuyumcu sen değilsin ya” demiş kendi kendine.

Biraz yürüdükten sonra başka bir kuyumcu dükkanı bulmuş: “Merhaba! Bu taşı satmak istiyorum. Sizce ne kadar eder?” Kuyumcu taşı elinde birkaç kez evirip çevirdikten sonra, kaşlarını çatmış ve kuşkulu gözlerle çocuğa ters ters bakmış : “Nereden buldun bunu, yoksa çaldın mı ?” “Babamdan miras kaldı da!” “Baban bunun değerini sana söylemiş miydi?” “Hayır.” “Aslında beş para etmez ama hadi ben sana on para vereyim.” Çocuk üzüntü içinde dükkandan çıkarken “Ters tarafından kalkmış galiba” diye söylenmiş.

Sonra üçüncü bir kuyumcuya girmiş: “Merhaba! Bu elması satmak istiyorum da. Ne verirsiniz bunun için?” Kuyumcu elması dikkatle incelemiş: “Nereden buldun bunu?” Çalışarak kazandım. Ustam maaş olarak verdi: “Maaşın ne kadar?” “Ayda yüz para. Bu ay ustam paraya sıkıştığı için maaş yerine bunu verdi.” Kuyumcu bıyık altından gülmüş: “Tamam, sana iki yüz para veririm. Böylece maaşını aldığın gibi yüz para da ikramiye almış olursun.” diyerek bir de göz kırpmış. Çocuk oradan da ayrılmış.

Akşama kadar şehir kazan o kepçe dolaşmış durmuş. O kuyumcu senin bu kuyumcu benim diyerek şehrin altını üstüne getirmiş. Girip çıkmadığı kuyumcu dükkanı bırakmamış ama hiçbir kuyumcu elmasa gerçek değerini verememiş. Akşam olup da güneş batmaya başlayınca çocuk çaresizlik içinde köyün yolunu tutmuş. Yolda kendi kendine: “ Babam ne kadar haklıymış !” diyormuş. “Benden ne köy olur ne de kasaba. İşte bu işi de beceremedim ve ne kadar değersiz bir insan olduğumu gösterdim.”

Köye varınca doğru filozofun evine varmış. Olan biteni aynen anlatmış ve utanç içinde kafasını önüne eğmiş.

Filozof çocuğun başını şefkatle okşadıktan sonra şunları söylemiş: “Evladım, bu olaydan çıkarman gereken ders şudur, ruhunda taşımakta olduğun mücevhere asla ve asla, şunun, bunun, ötekinin, berikinin lafıyla değer biçme. Onun gerçek değerini, baban da dahil olmak üzere, hiçbir kimse bilemez. Onu ancak ve ancak sen takdir edebilirsin!”

Kategori Yok kategorisine gönderildi | Yorum bırakın

Yalan

Aristo’ya sormuşlar: “Yalan söylemekle ne kaybederiz?”

Aristo: “ Doğruyu söylediğiniz zaman bile karşınızdakini inandıramamayı.”
der.

Kategori Yok kategorisine gönderildi | Yorum bırakın

Güleryüz

Aristo ders esnasında öğrencilerinden birine bir konuyu ayrıntılarıyla anlattıktan sonra der ki:

“Anladın mı?” “Evet” der öğrencisi.

Aristo bunun üzerine : “ Ama ben anladığına dair bir işaret göremiyorum.” der.

Öğrencisi : “ O işaret nedir?” diye sorduğunda.. “Güleryüz. Anlamış olsaydın sevinirdin.” der.

Kategori Yok kategorisine gönderildi | Yorum bırakın

Ne Duymak İstersen

Bir gün New York’ta bir grup iş arkadaşı yemek molasında dışarıya çıkarlar. Gruptan biri Kızılderili’dir; yolda yürürken insan kalabalığı, siren sesleri, yolda çalışma yapan işçilerin, araçlarının çıkardığı gürültü ve araçların korna sesleri arasında ilerlerken Kızılderili kulağına cırcır böceği sesinin geldiğini söyler ve aranmaya başlar.

Arkadaşları bu gürültü arasında bu sesi duyamayacağını, kendisinin öyle zannettiğini söyleyip yollarına devam ederler. Aralarından bir tanesi inanmasa da onunla birlikte aramaya devam eder. Kızılderili caddenin karşısına doğru yürür, arkadaşı da arkasından takip eder ve o binaların arasında bir kaç tutam yeşilliğin arasında gerçekten bir cırcır böceği bulurlar.

Arkadaşı Kızılderili’ye: “Senin insanüstü güçlerin var! Bu sesi nasıl duydun?” diye sorar.

Kızılderili ise bu sesi duymak için insanüstü güçlere sahip olmaya gerek olmadığını söyleyerek arkadaşına kendisini izlemesini söyler. Kaldırıma geçerler ve Kızılderili cebinden çıkardığı bozuk parayı kaldırımda yuvarlayarak atar. Birçok insan bozuk para sesinin ceplerinden düşen bir para mı diye sesin geldiği yöne doğru bakar, Kızılderili arkadaşına dönerek:

“Gördün mü? Önemli olan nelere değer verdiğin ve neleri önemsediğindir. Her şeyi ona göre duyar, görür ve hissedersin” der.

Kategori Yok kategorisine gönderildi | Yorum bırakın