Hardal Tohumu

Bir kadının tek bir oğlu vardı ve o da ölmüştü. Üzüntü içindeki kadıncağız ölü çocuğu bütün komşulara götürüp onlardan ilaç istedi. Herkes onun için:

“Aklını kaçırmış, çocuk ölü!” diyorlardı. Sonunda karşılaştığı bir adam kadına şöyle dedi:

“Sana çocuğun için ilaç veremem ama verebilecek bir hekim biliyorum.”

Kadın: “Lütfen söyleyin efendim, kimdir bu adam, nerdedir?” diye sordu. Adam cevap verdi: “Buda’ya git.”

Kadın Buda’yı buldu ve bağırdı, “Efendim! Oğlumu iyi edecek ilacı verin bana!”

Buda şöyle cevapladı: “Bir avuç hardal tohumu gerekecek.” Kadın sevinçle bunu bulmaya söz verince, Buda ekledi: “Hardal tohumu öyle bir evden alınmalı ki, orada kimse çocuğunu, kocasını, ebeveynini ya da dostunu kaybetmemiş olsun.”

Zavallı kadın ev ev dolaştı. Halk ona acıyor ve: “İşte hardal tohumu, al” diyorlardı. Ama “Ailenizde bir oğul ya da bir kız, bir ana ya da bir baba öldü mü?” diye sorduğunda aldığı cevap şu oluyordu:

“Heyhat! Yaşayanlar az, ölenler ise çok. Bize en derin üzüntümüzü hatırlattın.” Kadın yorgun ve umutsuz yol kenarına oturdu, parıldayıp sönen şehir ışıklarını seyretti. Sonunda gecenin karanlığı her yere hakim oldu. Kadın insanların kaderini ve hayatlarının parlayıp sönmesini düşündü. Kendi kendine şöyle dedi:

“Kendi derdimde amma da bencilmişim. Ölüm herkese geliyor. Yine de bu keder vadisinde her türlü bencilliği bırakan kişiyi, ölümsüzlüğe götürecek bir yol var.”

Kategori Yok kategorisine gönderildi | Yorum bırakın

Okyanusta Bir Damla

Bir adam, diğerine “Uzun zaman önce, sular yükseldiğinde asamın ucuyla kumun üstüne bir satır yazmıştım; insanlar hala durup onu okurlar ve hiçbir şeyin onu silmemesine özen gösterirler” dedi.

Öbür adam , “Bir zamanlar ben de kum üstüne bir satır yazmıştım, ama sular alçalmıştı ve engin denizin dalgaları onu sildi, geçti. Ama söyle bana, sen ne yazmıştın?” dedi.

İlk adam yanıtladı, “Şunu yazdım: ‘Ben var olanım!’ Ya sen ne yazmıştın?”

Diğer adam, “Şunu yazdım: ‘Ben, bu okyanusun bir damlasıyım yalnızca.’
dedi.

Kategori Yok kategorisine gönderildi | Yorum bırakın

Zaman Yönetimi

Bir gün üniversitede işletme okuyan bir grup öğrenci, zaman yönetimi uzmanı hocalarından ummadıkları bir ders aldılar. Hocaları, karşısında yarım daire halinde oturan öğrenci grubuna

“Evet! Şimdi ders zamanı!” diye seslendi ve masanın altından geniş ağızlı büyükçe bir küp çıkardı. Küpün içine, yine masanın altından çıkardığı yumruk büyüklüğündeki taşları dikkatli biçimde koymaya başladı. Küp ağzına kadar dolup da daha fazla taş alamayınca,

“Küp doldu mu?” diye sordu.

Sınıftaki herkes birlikte bağırdı:

“Evet!”

“Öyle mi?” diye karşılık verdi zaman yönetimi uzmanı.

Masanın altından bir kova çakıl taşı çıkardı. Küpü önce sallayıp daha sonra içine çakıl taşlarını koydu. Küpü tekrar salladı. Böylece küçük taşlar büyük taşların arasında kendilerine yer buldular. Ve aynı soruyu bir kez daha sordu:

“Küp şimdi doldu mu?” Sınıftaki öğrenciler, uzmanın ne yapmak istediğini yavaş yavaş anlamaya başlamışlardı. İçlerinden birisi:

“Herhalde hayır!” diye cevapladı bu soruyu.

“Güzel!” dedi uzman ve masanın altından bu defa bir kova kum çıkardı. Kumu küpe boşaltmaya başladı. Kumlar büyük taşlarla çakıl taşlarının arasındaki boşlukların hepsini doldurdu. Sorusunu bir defa daha sordu:

“Küp doldu mu?”

Öğrenciler bir ağızdan “Hayır!” diye bağırdı. Bir defa daha “Güzel!” dedi ve masanın altından bir sürahi su çıkardı ve küpe ağzına kadar su doldurdu. Küpün artık tamamen dolduğu söylenebilirdi. Hocaları öğrencilerine dönüp sordu:

“Bu örnek bize neyi gösteriyor?”

Çalışkan bir öğrenci elini kaldırdı ve çıkardığı dersi özetledi:

“Programınız ne kadar dolu olursa olsun, gerçekten gayret ederseniz, o programa birkaç şey daha ilave edebilirsiniz.”

“Hayır” dedi uzman.

“Bu örneğin bize öğrettiği şey şu:Eğer büyük taşları önce koymazsanız, bir daha asla koyamazsınız.”

Sonra konuşmasına devam etti:

“Sizin hayatınızdaki büyük taşlar ne? Öncelik sıralamanızda ilk sırayı ne teşkil ediyor? İşte o büyük taşlar ne ise, hayat küpünüze önce onları koyun.”

Kategori Yok kategorisine gönderildi | Yorum bırakın

Han ve Yolcu

Günlerden bir gün, zamanın ünlü bir bilgesi hükümdarın sarayının kapısına geldi. Muhafızların hiçbirisi saygıları nedeniyle onu durdurmaya çalışmadı. Bilge, sonunda hükümdarın tahtında oturduğu odaya girdi. Ziyaretçisini hemen tanıyan kral saygıyla ayağa kalkıp sordu:

“Ne istiyorsun? Sana nasıl yardım edebilirim?”

“Bu handa uyuyacak bir yer istiyorum” cevabını verdi bilge.

“Ama burası han değil ki” dedi kral hafif kızgınlıkla,

“Benim sarayım.”

“Sorabilir miyim: Senden önce bu sarayda kim yaşıyordu?”

“Babam. O öldü ama.”

“Ondan önce kim yaşıyordu?”

“Büyükbabam. O da öldü.”

“O zaman burası insanların kısa bir süreliğine gelip kaldığı, sonra da terk edip gittiği bir yer demek ki. Neden ona han demeyeyim?

Kategori Yok kategorisine gönderildi | Yorum bırakın

Uçamazsın

Bir zamanlar büyük bir dağın yamacında bir kartal yuvası vardı, içinde de dört tane büyük kartal yumurtası. Bir gün dağ bir depremle sarsılınca yumurtalardan birisi yuvadan düştü ve dağdan aşağıya yuvarlanmaya başladı. Yuvarlandı, yuvarlandı. Sonunda aşağıdaki vadide bulunan bir tavuk çiftliğine kadar geldi. Tavuklar buldukları bu yumurtayı korumaları gerektiğini hissettiler ve yaşlı bir tavuk onu kendi yumurtalarının arasına koyarak üstüne oturdu.

Bir gün yumurta çatladı ve içinden harikulade bir kartal yavrusu çıktı. Gelgelelim, bu minik kartal bir tavuk olarak yetiştirildi. O da çok geçmeden kendisinin tavuk olduğuna inanmıştı. Kartal evini ve ailesini çok seviyordu sevmesine, ama ruhu daha fazlası için yanıp tutuşuyordu. Bir gün çiftlikte oyalanırken, kartal başını kaldırıp gökyüzüne baktı ve bir grup azametli kartalın yükseklerde süzülmekte olduğunu gördü.

“Ah!” diye feryat etti,

“Keşke ben de onlar gibi göklerde süzülebilseydim!” Çevresindeki tavuklar kahkahalar attı:

“Sen o kuşlar gibi göklerde uçup süzülemezsin. Sen bir tavuksun ve tavuklar göklerde uçamaz!”

Kartal yukarıdaki gerçek ailesine bakmaya devam etti ve onlarla birlikte uçabildiğini hayal etti. Bu hayallerini ne zaman diğer tavuklara anlatsa, bunun mümkün olamayacağı karşılığını aldı. Ama içindeki o yakıcı isteği bir türlü susturamadı. Bir gün, tek başına yürüyerek dağa tırmanmaya karar verdi. Biraz korkarak da olsa yükseklere kadar çıktı. Aşağıya baktığında tavuk arkadaşları küçük noktalar halinde görünüyordu. Esen rüzgâr tüylerine dokunduğunda, daha önce hissetmediği şeyler hissetti.

Kendi kendisine sürekli “Uçabilirim! Uçabilirim!” diye telkinde bulundu.

Tam o sırada her gün gördüğü kartalları gördü gökyüzünde. Yine yükseklerde olanca haşmetleriyle süzülerek yuvalarına doğru uçuyorlardı. Kartal bütün cesaretini toplayarak kendisini dağdan aşağı bıraktı ve kanatlarını çırpmaya başladı. Birkaç başarısız denemeden sonra kanatları havayı emri altına aldı ve yükselmeye başladı. Yükseldi, yükseldi. Ve daha önce hep başını kaldırarak baktığı ailesine süzülerek yaklaştı ve aralarına katıldı.

Kategori Yok kategorisine gönderildi | Yorum bırakın

Irmağın Öyküsü

Uzak dağlarda kaynağından çıkan bir ırmak, her çeşit coğrafi bölgeden geçtikten sonra, en sonunda çölün kumlarına ulaştı. Ama diğer tüm engelleri aştığı gibi, bu engeli de aşmaya çalışınca, kuma girdikçe sularının kaybolduğunu fark etti. Yazgısının bu çölü aşmak olduğuna emindi, ama hiçbir yol bulamıyordu. Birden çölün içinden gelen bir ses, söyle fısıldadı.

Çöl: “Rüzgar çölü geçebilir, o halde ırmak da geçer.”

Irmak: “Kendimi kumun üzerine atıyorum ama emiliyorum. Rüzgar uçabiliyor, bu nedenle çölü geçebiliyor.” dedi.

“Kendi geleneksel yolunda hamle ederek öbür tarafa geçemezsin. Ya kaybolur gider ya da bataklığa dönüşürsün. Rüzgarın seni hedefine götürmesine izin vermelisin.”

Irmak: “Ama bu nasıl olabilir?”

Çöl: “Rüzgarın seni emmesine izin vererek.”

Bu fikri ırmak kabul etmedi. Daha önce emilip başka bir maddeye dönüşmemişti. Kendi kimliğini yitirmek istemiyordu. Bir kere yitirildikten sonra, yeniden kazanıp kazanamayacağını nerden bilebilirdi ki?

Ancak çöl anlatmaya devam etti;

“Rüzgar bu işi yapar. Suyu alır, çölün üzerinden geçirir ve yeniden bırakır. Yağmur olarak yağıp, su yeniden ırmak olur.”

Irmak: “Bunun doğrulundan nasıl emin olabilirim?”

Çöl: “Bu böyledir, ama eğer inanmıyorsan bataklıktan başka bir şey olamazsın ve bu bile yıllar alır, ayrıca bataklık ırmakla aynı şey değildir.”

Irmak: “Ama aynı bugün olduğum ırmak olarak kalamaz mıyım?”

Çöl: “Kalamazsın. Ama senin özün taşınıp yeniden bir ırmak oluşturur. Bugün bile bu adı taşıyorsun, çünkü hangi kısmının senin asıl parçan olduğunu bilmiyorsun.” Bunu duyunca, ırmağın düşüncelerinde bazı şeyler yankılanmaya başladı. Bir rüzgarın kollarında taşındığı bir zamanı anımsadı ve bunun yapılacak tek şey, gerçek şey olduğunu anımsadı. Irmak, baharını rüzgarın ona uzanan kollarına emanet etti; o da onu kolayca ve nazikçe yukarılara taşıdı, kilometrelerce ötede, bir dağın doruğuna ulaşınca yumuşak bir şekilde bıraktı.

Irmak: “Evet, sonunda gerçek kimliğimi öğrendim.” Irmak öğreniyordu. Ama kumlar fısıldadı.

Çöl: “Biliyoruz, çünkü her gün bunun olduğunu görüyoruz. Çünkü biz kumlar, ırmaktan dağa kadar uzanıyoruz… İşte bu nedenle, yaşam ırmağının yolculuğuna nasıl devam edeceği kumlarda yazılıdır, denir…”

Kategori Yok kategorisine gönderildi | Yorum bırakın

Judo Ustası

Japonya’da bir çocuk on yaşlarındayken bir trafik kazası geçirmiş ve sol kolunu kaybetmiş.

Oysa çocuğun büyük bir ideali varmış. Büyüyünce iyi bir judo ustası olmak istiyormuş.Sol kolunu kaybetmekle birlikte, bu hayali de yıkılan çocuğunun büyük bir depresyona girdiğini gören babası, Japonya’nın ünlü bir judo ustasına gidip yapılacak bir şeyin olup olmadığını sormuş.

Hoca: “Getir çocuğu bir bakalım.” demiş.

Ertesi gün baba ve oğlu hocanın yanına gitmişler.

Hoca çocuğu süzmüş ve: “Tamam.” demiş. “Yarın eşyalarını getir, Çalışmalara başlıyoruz.”

Ertesi gün çocuk geldiğinde hocası ona bir hareket göstermiş ve “Bu hareketi çalış.” demiş. Çocuk bir hafta aynı hareketi çalışmış.

Sonra hocasının yanına gitmiş. “Bu hareketi öğrendim başka hareket göstermeyecek misiniz?” diye sormuş.

Hocanın cevabı: “Çalışmaya devam et olmuş.”İki ay, üç ay, altı ay derken çocuk okuldaki bir yılını doldurmuş.

Çocuk bu bir yıl boyunca hep o aynı hareketi tekrarlamış.

Hocanın yanına tekrar gitmiş:

“Hocam bir yıldır aynı hareketi yapıyorum bana başka hareket göstermeyecek misiniz?”

“Sen aynı hareketi çalış oğlum. Zamanı gelince yeni harekete geçeriz.”

İki yıl, üç yıl, beş yıl derken çocuk judodaki onuncu yılını doldurmuş.

Bir gün hocası yanına gelip: “Hazır ol!” demiş.

“Seni büyük turnuvaya yazdırdım. Yarın maça çıkacaksın!”

Delikanlı şok olmuş. Hem sol kolu yok hem de judo da bildiği bir hareket var.

Ünlü judocuların katıldığı turnuvada hiçbir şansının olmayacağını düşünmüş.

Ama hocasına saygısından ses çıkarmamış.

Turnuvanın ilk günü delikanlı ilk müsabakasına çıkmış. Rakibine bildiği tek hareketi yapmış ve kazanmış. Derken ikinci, üçüncü maç, çeyrek final, yarı final ve final. Finalde delikanlının karşısına ülkenin son on yılın yenilmeyen şampiyonu çıkmış.

“Tam bir üstat, delikanlı dayanamayıp hocasının yanına koşmuş.

“Hocam hasbelkader buraya kadar geldik ama rakibime bir bakın hele. Bende ise bir kol eksik ve bildiğim tek bir hareket var. Bu kadar bana yeter. Bari çıkıp da rezil olmayayım izin verin turnuvadan çekileyim.” Olmaz demiş hocası.

“Kendine güven, çık dövüş.” Çaresiz çıkmış müsabakaya. Maç başlamış. Delikanlı yine bildiği o tek hareketi yapmış ve rakibini yenip şampiyon olmuş. Kupayı aldıktan sonra hocasının yanına koşmuş:

“Hocam nasıl oldu bu iş? Benim bir kolum yok ve bildiğim tek bir hareket var. Nasıl oldu da ben kazandım?”

“Bak oğlum on yıldır o hareketi çalışıyordun. O kadar çok çalıştın ki, artık yeryüzünde o hareketi senden daha iyi yapan hiç kimse yok. O hareketin tek bir karşı hareketi vardır. Onun için de rakibinin senin sol kolundan tutması gerekir!”

Kategori Yok kategorisine gönderildi | Yorum bırakın